Tarih boyunca Varşova, pek çok yabancı yönetici ve işgalciye ev sahipliği yaptı—özellikle son yüzyılda.
1300’lü yıllarda kurulan şehir, Orta Çağ’ın sonlarına doğru önem kazanmaya başladı. 1596’da Polonya’nın kraliyet mahkemesi Varşova’ya taşındı ve burası ülkenin siyasi merkezi haline geldi. Şehrin altın çağı, Polonya’nın bölünmeler altında bir buçuk yüzyıl süren yabancı egemenliğinin ardından yeniden bağımsız olduğu iki dünya savaşı arasındaki dönemde yaşandı. Bu dönemde Varşova, ticaret, inşaat ve sanatın Avrupa’da eşi benzeri görülmeyen bir şekilde geliştiği bir merkez haline geldi. Ayrıca bu dönem, Varşova’nın Avrupa’nın en büyük ve en kültürel açıdan zengin Yahudi topluluklarından birine ev sahipliği yaptığı zamanlardı.
Ancak bu refah dönemi, II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte acımasızca sona erdi. Nazi işgali sırasında, önce Yahudi halkı katledildi. Ardından savaşın son günlerinde hayatta kalan Polonyalılar da hedef alındı. Hitler, şehrin sistematik olarak yok edilmesini emretti. Savaşın sonunda Varşova, neredeyse tamamen yerle bir olmuştu. Tahmini olarak 800.000 kişi—şehrin nüfusunun üçte ikisi—hayatını kaybetti.
O dönem Polonyalılar, bir enkaza dönüşmüş Varşova’dan vazgeçip başka bir yerde yeni bir başkent inşa etmeyi ciddi şekilde düşündüler. Ancak sonunda tarihi miraslarını koruma kararlılığıyla Varşova’yı yeniden inşa etmeye karar verdiler.
Komünizmin çöküşünden bu yana, Varşova uluslararası ticaret ve diplomasinin önemli bir merkezi haline geldi. Şehrin silüetine modern gökdelenler eklendi ve Varşova, 20. yüzyılın karanlık mirasını geride bırakmayı başardı. Bugün, geçmişin izlerini onurla taşıyan Varşova, hem tarihiyle hem de modern yüzüyle her zamankinden daha güzel.
